Üniversite sınavından çıktığım günü, üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen hep hayatımın en mutlu günlerinden biri olarak hatırlıyorum.
Üstümden büyük bir yük kalktığını hissetmiş, büyük bir coşkuyla, sınav binasından çıktığım an gökyüzüne bakıp şükretmiştim. ‘‘Başka hiçbir şey istemiyorum! Geçti! Bitti! Şu an her şey mükemmel.’’ dediğimi hatırlıyorum.
O yıl, üstümden tüm yıl taşıdığım yükün kalkmasıyla her anlamda, tam da umut ettiğim gibi mükemmel bir yaz geçirdim. İlk kez âşık olmuştum. Annemle birlikte, o güne kadar çıktığım en uzun yaz tatiline çıkmıştım, üstelik çok sevdiğim bir arkadaşım da bizimleydi. Babamın işleri çok iyiydi ve maddi olarak hiçbir sorunumuz yoktu. Bodrum’un güneşi üzerimde ışıldıyor, müzikler, arkadaşlar, deniz, dinlenme, eğlenme, her şey ahenk içinde akıyordu.
Yazın sonunda bir de, ilk tercihimi kazandığımı öğrendim. Hayat bir peri masalı gibiydi ve ben hayatımı tam olarak yoluna koyduğumu düşünüyordum.
Fakat asıl zor sorular benim için buradan sonra gelmeye başladı.
Ayrılıklar, iflaslar, bir yandan ağırlaşan dersler derken kendimi hayatın bir oraya bir buraya çekiştirdiği bir noktada buldum.
Başıma gelen birkaç büyük negatif olayın üzerine, kendimi üniversite sınavı sonrasında yaşadığım o dönemin kısa sürdüğüne ve bundan böyle benim ancak hayatın gerekliliklerini öylesine yerine getiren, otopilotta yaşayan sıradan biri olabileceğime ikna ettim.
Sanki tüm gücüm elimden alınmış gibiydi. Ortalama bir hayatı yaşamayı başarırsam bile ne alaydı. Umutsuzluğun dibine vurmuştum ve bu durum hiç geçmeyecek sanıyordum.
Şimdi biliyorum ki, hayatımızın gidişatını asıl belirleyen güzel günleri nasıl kutladığımızdan ziyade, kötü günlere nasıl tepki verdiğimiz.
İyi ve kötü günlerde, her şey yoğunlaştığında, ağırlaştığında, sorumluluğun elimizde olduğunu ve daima hayatımızın kontrolünü elimizde tutarak yönlendirebileceğimizi anlamak , hayatımızı değiştirecek türden bir yaklaşım.
Fakat bu “Hayatımın kontrolü bende!” diyerek yutulabilecek bir hap değil, hayatının kontrolünü elinde tutmak çok geniş bir konu. Ve çoğu zaman okuyarak değil yaşayarak anlaşılabilecek alt bölümlerden oluşuyor.
Peki öyleyse insan nasıl hayatının kontrolünü elinde tutar? Basit bir cevaba indirgesem buna, “Zamanını ve sosyal hayattaki varlığını bilinçli olarak yöneterek.” derdim. Bu cümleyi tabii biraz açmak gerek.
Şimdi üniversite sınavından çıkıyor olsam, bu temel konularla ilgili kendime, kimsenin karşıma geçip anlatmayacağı şu beş öğüdü verirdim.
1-Zamanına sen sahip çıkmazsan, başkaları çar çur eder.
Yapman gereken işleri bir liste haline getirip sonra tek tek sırayla yapmaya çalışma.
Yapman gereken tüm işleri topla, “Bugün yapmazsam olmaz en önemli şey ne?” diye düşün ve onu hakkıyla yap.
Zamanını değil, önceliklerini yönetmeyi öğren.
Zamanını yönetmeye çalışırsan, yapman gerektiğini düşündüğün on şeyin her birini bir zamana sığdırmak için sabah uykundan, akşam yemeğinden, öğle tatilinden kırpar durursun.
Sonunda helak olmuş hale gelir ama yapılacaklar listeni yine de bitiremediğini fark edersin. Yapılacaklar listendekileri yapmak değil, çoğunu elemek zorundasın. Ancak ama ancak bu şekilde zamanının ve hayatının kontrolünü elinde tutabilirsin.
Neleri yapmayacağına karar vermek, neleri yapacağına karar vermekten çok daha önemli bir beceridir.
Gary Keller ve Jay Papasan’ın Bir Tek Şey kitaplarında belirttiği gibi, ‘Gerçek hiçbir şeyin eşit olmadığı ve başarının en önemli şey neyse onu yapmakla elde edilebileceğidir.’
2-Bir ortamın, bir dersin, bir iş alanının, ‘başkalarına ait’ olduğunu düşünme.
Üniversite hayatım boyunca, kendimi hep dışarıdan biri, o ortama sanki yanlışlıkla dahil olmuş biri gibi hissettim.
Derslerde dikkat çekmeyecek bir tavır takınıyor, gerekmedikçe söz almıyor, rahatsızlık vermemek için hocaları gidip ofislerinde ziyaret etmiyor, soru sormuyor, yardım istemiyordum.
Diğer öğrencilerin bunları nasıl canla başla yaptığını, notları için savaştığını, dersleri için harıl harıl hocalarla, asistanlarla görüştüğünü, sınıfta nasıl dersi yönlendirdiğini, sorular sorduğunu görüyor, nedense hep bunun onların hakkı olduğunu düşünüyordum.
Ben öne çıkarsam, konuşursam, mutlaka bir hata yapacağımı ve bir şekilde uygunsuz duruma düşeceğimi düşünüyordum. Bu yüzden stratejimi dikkat çekmeden, yeterince sıradan biri olarak mezun olmak üzerine kurmuştum.
Tiyatroya, müziğe çok meraklı bir öğrenci olarak, bu dalların üniversite kulüplerinde hiç yer almadım. Bir kez dans kulübüne girmeye niyet edip, ilk provada, kesin oradaki herkesin benden daha iyi olacağını düşünerek, vazgeçtim.
Çoğu kişi benim o zaman yaptığım gibi, birçok alanın hatta hayatın ta kendisinin başkalarının ana konusu, başkalarının sahnesi, başkalarının hediyesi olduğunu düşünerek yaşar ve kendini bilinçli olarak geri planda tutar.
Oysa her ortam, her ders, her konu, hayatın her alanı, onunla ilgilenen herkese açıktır. Herkesin katılım hakkı, kendini ifade etme hakkı eşittir.
Geride durmayı seçersen, bunun tüm hayatına yayılabilecek çok üzücü bir seçime dönüşebileceğini unutma. Olduğun halinle, yapabileceğin tüm hatalarla, var olmak istediğin her yerde var ol. Başkalarına layık gördüğün o sahiplenme duygusunu kendine de hediye et.
3-Saklanma, ortaya çık.
Az önceki maddeyle bağlantılı, ama onun biraz daha zorlayıcı olanı bu. Kendini görünür kılmazsan, kimse gelip seni keşfetmeyecek.
Kendini görünür kılmayı mümkün olan en kısa zamanda öğren.
Kendini görünür kılmak böbürlenmek, her şeye yorum yapmak, her an konuşmak, başkalarını ezip öne çıkmak demek değil. Sana özgü olan ne varsa onu dünyayla paylaşmaya özellikle çaba sarf etmek demek.
Kim olduğunu, ne yaptığını, nasıl bir fayda sağlamak istediğini, ne hayal ettiğini anlatmazsan, kimse bilmeyecek. Don Miguel Riz’in Dört Anlaşma kitabının dört ilkesinden birinde öğütlediği gibi: Varsayma. Nasılsa öğretmen / müdür / ailem / arkadaşlarım benim ne hissettiğimi, düşündüğümü, istediğimi tahmin eder diye düşünme.
Ortaya çık, kendini ifade et, görünür ol. Kendini saygıyla, özgünlükle, içtenlikle, başkalarına da ilham verecek şekilde ifade etmeyi en kısa sürede öğrenmek hedefin olsun. Ancak ortaya çıkarsan fırsatlar sana doğru gelmeye, doğru insanlar seni bulmaya, hayat senin hayal ettiğin gibi akmaya başlayacak.
Woody Allen’ın o kült sözünde, “Başarının %80’i ortalıkta görünmektir.” der.
Ben bunu genişletiyorum, “Başarının, doyumlu ilişkilerin, fırsatlarla dolu bir hayatın, şanslı olmanın, dolu dolu yaşamanın %80’i ortalıkta görünmektir.” diyorum. Ortaya çıkmayı alışkanlık haline getir.
4-Ben daha küçüğüm, diye düşünme.
Şimdi, olduğun halinle her zaman bir etki yaratmakta olduğunun farkına var.
Yeni mezunken “Ben daha ne biliyorum ki…” diye düşünerek kendini yaptığın stajda gereğinden fazla dizginlersen; hayat boyu sürecek arkadaşlıklarına ilk adımı atarken “Ben onlara uyayım, kendimi fazla belli etmeyeyim.” dersen, zamanla bir bakmışsın kim olduğunu unutmaya yüz tutmuş, geri planda durmayı da alışkanlık haline getirmişsin.
Şimdi, olduğun haliyle, bildiğin kadarıyla, kendin gibi olmaya ve bulunduğun yerde tüm varlığınla bulunmaya alış.
Hiçbir zaman, hiçbir koşul için tam olarak hazır hissetmeyeceksin, ne kadar çok deneyimin olsa bile. O yüzden tam ve bütün olarak yaşamak için en doğru zaman şimdi. Dolu dolu yaşamak, kendini ifade etmek, kendini bir birey olarak ciddiye almak için önce bolca deneyim kazanmış olmayı bekleme.
5-Başarısızlığı oyuncağın yap
“Başarısız olmaktan korkma! Büyük isimler de başarısız oldu!”
Bu sözlerin benzerlerini çok okudum ama maalesef bana başarısızlığa karşı geliştirdiğim tutum konusunda hiç yardımcı olamadılar.
Başarısızlığın doğal hatta faydalı, geliştirici olduğunu kulak dolgunluğuyla biliyordum ama bu kendi başarısızlıklarıma karşı toleransımı artırmıyor, beni daha güçlü kılmıyordu.
“Başarısızlıktan korkmuyorum.” dediğimde, başarısızlığı hâlâ bir dış tehlike olarak tanımlıyordum. Korkmuyorum, korkmuyorum derken içten içe dişlerim titriyordu.
Güç başarısızlıktaydı ve ben ona en cılız sesimle “Senden korkmuyorum ki…” diye bağırmaya çalışırken o bana kesici dişlerinin arkasından “Bırak bunları, güç bende!” diye hırıldıyor ve beni etkisiz hale getiriyordu.
Sonra başarısızlığa bakışımı değiştirebilecek yeni bir açı bulmaya karar verdim.
Yeni mottom, kontrolü başarısızlığın elinden almalı, onu bana hükmetmekten alıkoymalı, ve onu gözümde küçültmeliydi.
Böylece kendime başarısızlıkla ilgili şu cümleyi düstur edindim:
Başarısızlık benim oyuncağımdır!
Artık yeni yollara, bilinmeyen maceralara bu bakış açısıyla çıkıyor, başarısız olduğumda “Eyvah şimdi ne yapacağım?” demek yerine “Bu oyundan ne öğrendim?” ve “Yaşasın, bir oyun daha oynamış oldum.” diye bakabiliyordum.
Dahası, “Hadi şimdi gidip bir de şunu deneyeyim, burada başarısız olursam başkasına geçerim.” diyebilecek kadar bu konuyu oyunlaştırmıştım.
Başarısızlık benim için içselleştirilecek bir kusur olmaktan çıkıp bir deneme-yanılma oyununa, benim ruh halimi etkilemesine izin vermediğim bir rutine dönüştüğünde hayatımı değiştirdi.
Yıllarca sırf başarısız olmamak uğruna kaçırdığım fırsatlara, çekildiğim oyunlara üzüldüm.
Hayatının kontrolünü eline almaya dair sonsöz
Çoğumuz, yetişkinlik yıllarına yeni adım atarken, birçok alanda yeni olduğumuz için, hayatımızın kontrolünü elimizden kaydırmaya; bir şeyin doğrusunu öğrenmek için cevapları daima dışarıda aramaya meyilli oluyoruz. Ben tam olarak böyle bir gençtim.
Mesela psikoloji okurken en sevdiğim şeyin, öğrendiğim bilgileri basit, anlaşılır, samimi haliyle günlük dilde makalelere dönüştürmek olduğunu biliyordum. Psikoloji ve yazma konusunun kesişim kümesi benim hayatımın tutkusuydu.
Ama bu tutkumu hiçbir zaman bir hocamla paylaşmadım. Paylaşsaydım eminim, bana nasıl perspektifler sunar, yolumu nasıl kat be kat aydınlatırlardı. Bunun yerine, sessizce, kendimi hiç ifade etmeden üniversite sıralarından geçip gitmeyi tercih ettim.
Üniversitenin ilk sınıfında okuduğum sırada babam iflas ettiğini açıklamadan hemen önce, okulun bir dönemini yurtdışında okuma hayalleri kuruyordum.
İflas haberi beni, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına, ilk rafa kaldırmam gerekenin de Erasmus hayalim olduğuna ikna etti. Kimselere ses etmeden hayallerimi rafa kaldırdım ve derslerle de bağım aynı dönemlerde koptu. Oysa benden daha deneyimli bir yetişkinden yardım istemek, fikir almak hayatımı, okul başarımı, iflasa bakışımı sonsuza dek değiştirebilirdi.
Üniversite yıllarına geçerken ben “Bakalım başıma neler gelecek? Üniversite nasıl bir yermiş, iş hayatı nasıl bir yermiş? Gözlemleyeyim.” bakış açısındaydım. Uzun yıllar da hep gözlemci olarak kaldım.
Bir şeyler yolunda gitmediğinde genellikle girdiğim yollara küsmeyi, içime kapanmayı, hayatın zor olduğunu düşünmeyi seçtim. Oysa kontrolü elimizde tutarak, “Bir yolunu bulurum.” diyerek yaklaştığımızda hayat bambaşka hale geliyor.
Tatil filminde, film yapımcısı Arthur Abbott karakterinin dediği gibi:
“Filmlerde bir ana karakter, bir de ana karakterin en iyi arkadaşı olur. Sen o ana karaktersin, ama nedense ana karakterin arkadaşı gibi yaşıyorsun.”
Şimdi, tam da sınav stresinden kurtulmuş, yepyeni bir hayata adım atarken en önemli başlangıç noktası bu. Sen hayatının başrolündesin, ve buna uygun olarak, zamanını, duruşunu, bakış açını yönetmeyi kendine düstur edinmelisin.
Unutma, hayatını sen yönetmediğin her an, kontrolü mutlaka başka birilerine vermişsin demektir.
Hayatının belki de en stresli sınavından çıktığın için seni tebrik ederim. Bilmeni isterim ki doğru bakış açısıyla girdiğin her sınavı, sonucu ne olursa olsun mutlaka kazanacaksın.
Instagram
Linkedin
Substack
‘Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio’nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio’