Hüseyin Akcan
“Benim kaderimin çizgileri avuçlarımın içinde değil, atacağım taşın değdiği yerde ortaya çıkacak çatlakların arasında,” diyor Mehmet Mahsum Oral, ‘Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar’(1) ismini verdiği anlatı kitabında. Metnin ortalarında yer alan ve ‘gölgeye bakıyorum’ diye başlayan pasajın vardığı çizgi burası. Kendini fırlatılan, uzağa gönderilen ve elbette değdiği yerde çatlaklar, kırıklar meydana getiren bir taşın sertliğiyle ölçen, keskin bir sav bu. Demek anlatıcının kaderi, yaşam çizgisi, parçalanmış olan şeyle bütünleşmiştir. Zaten kendinde olana -avuç içindeki çizgilere- değil, kendi eylemiyle ortaya çıkan o kırıklığa, yarılmaya yönelecektir metin. Kendini kendinden ayırdığı zaman fark edilecek bir benliği işaret ediyor gibidir Oral, tam da bu nedenle metin o çatlağın içinden filizlenmek zorundadır.
‘Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar’, Oral’ın Everest Yayınları’ndan çıkan ikinci kitabı. Kitabın ismiyle başlayan bir zıtlık, uyumsuzluk var zaten. Rüzgâr, evde tuzağa düşer, evin duvarlarıyla çarpışır, sızacak en ufak bir aralık arar ve bulduğu vakit azar azar da olsa oradan çıkar gider. Bu gidişte elbette evin içinde bıraktığı hasar –çarpmanın ve esmenin yıktığı şeyleri kastediyorum, belki de bir düşünceyi- göz ardı edilemez. Bir anlatı kitabı bu ve hemen hemen her pasaj, her fragman bir bakma eylemiyle başlar (gölgeye, taşa, köye, çocukluğa, eve, kendine bakış). Anlatıcının dünyaya baktığı yerden sızan parçalar bunlar.
Bir tehlike de yok değildir ama bu ‘bakmak’ ediminde, kulağımıza küpe edilen, ıskalanmaması gereken bir nokta. “Hayatımıza giren insanların kötü taraflarından biri de bize, içinde kendi bakışlarının olduğu bir göz bırakmaları,” der Oral ve devam eder, “o gözle bakıyorsun eşyaya ve insana… tamamı sana ait olmayan bir gözle”. O halde buradan nereye varabiliriz? Bütün metni bir bakmak eylemiyle kurgulayan anlatıcının dönüp kulağımıza fısıldadığı bu hakikatten sonra metne aynı gözle bakabilmemiz mümkün mü? Oral’ın içine yerleşmiş o başka başka gözlerin gördüğünü dile döken metin, okuyucunun içindeki binlerce ayrıksı gözle bir kez daha inşa edilir ve elimizde böylece bir anlatı; belki de anlatmadan da öte, bir bakışlar toplamı kalır. Yaşamımızı altüst eden ve binlerce kez yeniden üreten bakışlar.
Oral’dan duydum, öğrendim, bir ilave, bir not olarak; Gérard Genette’nin sözüymüş: “Anlatı, her zaman bilindiğinden daha azını söyler ama çoğu zaman söylendiğinden daha fazlasının bilinmesini sağlar.” O halde bu minimal anlatım tarzına, bu fazlalıklardan arınarak çoğalan anlatıya Oral’ın da ihtiyacı var demektir. Zira metin beyhude sözlerin ve anlamsız bir çoğulluğun içinde kaybolmamak için yalnızlaşmalı ve oradan okuyucunun zihnine sızarak çoğalmalıdır. Hakikat kaba bir sözle ve laf kalabalığıyla değil eksilerek ve sindirilerek etimize işlenmelidir. Belki de bu nedenle Oral’ın ilk anlatısının, ‘Barbarlarla Beklerken’in girişinde yer alan Canetti’nin şu sözü öylesine yerleşmemiştir metne; “Daha kısa, daha kısa her şeyi söyleyen tek bir hece kalıncaya dek…”(2)
Sözcüklerin bile fazlalaşabileceği bir metin, kısa tek bir hecenin okuyucuya doğrudan yönelen bir dili bulabileceğine olan inanç, edebiyatın kabuğuna, çekirdeğine inme inadı, binlerce yıl da süre o kayayı parçalamaya dönük azim. Oral böylece, bir kayayı kazıyarak veya parçalayarak- en azından bunu deneyerek- ufalanan parçalar üzerinden bir şeyler söyleme gayretinde.
Bu minimal anlatının merkezine bu kez bir ev yerleşmiştir. Fakat öyle sabit, tuğlalardan örülmüş, cansız bir yığın olarak değil; bize bakan, bizimle konuşan, bize duygularını da açık eden canlı bir organizma olarak ev vardır metinde. Öyle ki Oral, evi içinde bulunan bütün eşyalarıyla ve duvarlarıyla, daralan yerleri ve çukurlaşan noktalarıyla birlikte ele alır. Onunla konuşur ve onun dünyasından kendine bakmayı dener. Şu pasajın üzerine biraz düşünelim, biraz uzunca bir alıntı olacak: “Benden önce bu evde kalmış kiracı, bir fotoğraf için, belki de bir saat için duvarda açtığı deliği kapatmadan gitmiş. Bu küçük deliği alçıyla sıvayabilecekken bu dünyada onun ve benim gibi insanların sahip olduğu ve devredebileceği tek mülkün bu küçük delik olduğunu göstermek istercesine onu açık bırakmış.” Marx’ın hayaleti de evdeki delikle birlikte daha metnin başından sızar içeriye. Pasajın ilerleyen bölümlerinde Oral, kendini de bu delik üzerinden tanımlamaya, bir devamlılığa işaret eder, ‘burası benim’, ‘burası bir ayraç’. Mülksüzleştirilmiş olmanın daha kısa bir tarifi var mı bilmiyorum. Sözcüğün en ham haliyle duvardaki delikten hareket ederek, basit ve sıradan bir boşluğun içerisine yerleşmiş koca bir tarihi bir iki sayfayla başka türlü özetleyebilmek mümkün mü, orası da meçhul. Oral’ın dili bu anlamda gündelik hayatın boşluklarından beslenir, dilin çatısı yaşam üzerine kurulur, düşünce o çatının saçaklarında birikir ve zamanla yere düşer, bize ulaşır. Bu zamanı tayin eden şey, muhtemelen belirli anlardır, anlık parçalar, lineer zamanın dışına taşan ışımalar.
“Yazarken bir evin içindeymişim de sanki dışarı çıkıp biraz hava almam gerekiyormuş gibi oldum” der, anlatıcı metnin sonunda, “bu yüzden ara ara evden dışarı çıktım”. Anlatıcının o sakin limandan dışarıya açılan ve açıldıkça dağılan, parçalanan düşüncelerinin izdüşümü bir bakıma bu metin. Belki de bu nedenle bir atın koşarken fısıldadığı sözcükler de, bir kurbağanın akan suyun sesine kulak vermesi de, bir aile sofrasının tam ortasına düşen top mermisi de, avuç içinde büyüyen taş da, çocukluğun hatıraları ve rüzgârın hafızası da bu metinde kendine yer bulacaktır. Mülksüzleştirilmenin o koca tarihi ve sözcüklerin bu tarihi yırtan keskin uçları da yer alacaktır metinde. Her sene fındık toplamaya giden ve buna rağmen yerinde sabit duramayan –çünkü bir şey birikmemiştir, biriken hiçbir şey yoktur; çünkü bu kısır bir döngüdür– evler de vardır, anlatıcının arzuladığı o ‘gitmeyen ev’, yer alamayacaktır metinde.
Siyasal olanın usul usul sızdığı bir anlatı bu, çünkü yaşamla bütünleşmiş bir yerden ve sloganlara ihtiyaç duymadan özenle anlatır Oral kendini ve dünyayı. Coetzee bir metninde kahramanının dilinden siyasete dair yöntemli ve siyaset üstü bir söylemin beyhude bir çaba olduğunu vurgulayarak şu serzenişte bulunmuştu: “Siyaset hakkında siyaset dışında bir şey söylemek niçin bu kadar zor? Siyaset hakkında niçin kendi de siyasi olmayan bir söylem kullanılamıyor?”(3) Evet, Coetzee’nin bıraktığı yerden devralacak olursak siyaset hakkında siyasi olmayan bir söylem tutturmak, dahası buna yaklaşabilmek oldukça güç bir iş. Fakat bir romancının yapamadığı ve yüreklilikle itiraf ettiği bu eylemi bir anlatıcı ne ölçüde yapabilir? Oral’ın en çok kaşıdığı meseleler bunlar aynı zamanda, en azından ‘Barbarlarla Beklerken’de bunu açık bir şekilde görebiliyoruz, ‘Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar’da ise bu durum daha parçalı bir görünüm arz ediyor gibidir. Tabii yaşamın bütünüyle politikleştiği, kullanılan sözcüklerden giyilen kıyafetlere, jestlerden mimiklere yaşamın her alanına sirayet etmiş bir siyaset hakkında siyaset üstü bir söylem üretmek pek mümkün olmasa gerek. Ama yine de Abbas Kiyarüstemi’nin işaret ettiği şeyi, şiirin kürsüdeki sloganların hakkından geleceği savını buraya taşırsak, siyasal olanın belki de faş edilebileceği yegane metinler de işte bu anlatılardır diyebiliriz.
Savaşın yıkıma uğrattığı, yerle bir ettiği ve ardından ölü insan bedenleri ile viran olmuş evler bıraktığı bir atmosferde ölmüş olan sivil insanları ‘basın etiği’ gereği sunmayan televizyonların; “ölü insan bedenleri üzerinden kısıtlanan, sansüre uğrayan, engellenen iştahının normalde mahrem bilinen bir evden pornografi yaratarak kendi açlığını doyurduğunu söylerken de dilimin dönmesini beklemiyorum, çünkü dönebilme imkânı olan bir dili bilerek tercih ettim. Bir dilim daha var, onun imkânı genelde dönememek…” derken de ve hatta kalın ciltli bir hukuk kitabının sayfaları arasına konulmuş olan bir mektubun kurudukça kitabın sayfaları arasındaki cümlelere karışarak oradaki gramatik denklemi bozduğunu anlattığı pasajda da, anlatıcının Coetzee’nin tarif ettiği şeye epey yaklaştığını düşündüm durdum. Ama bunu dile dökemedim yeterince, tıpkı anlatıcının dediği gibi: “Çünkü insan her zaman bildiği bir dili konuşamayabilir.”
“Arada bir unutmayan kişi, ölçüsüzlük, yorgunluk ve bellek geriliminden ölür” der, Roland Barthes, ‘Bir Aşk Söyleminden Parçalar’ isimli o nefis metinde, “tıpkı Werther gibi” diye ekler.(4) Bu kez anlatıcı o hayali imgeye (aslında hayali değil, seslenilen; somut ama yine de metnin dışında kalabilen birine, belki sevgiliye) hitap edercesine şunu ekler, “Bana verdiğin güle bakıp onu Genç Werther’in intihar edeceği bölümün sayfaları arasına koydum.” Anlatı boyunca bu gülü veren elin sahibine dönük açık belagatler, anlatının ritmini aksatma pahasına, ona, dışarıda kalmış ve anlatının çemberleri arasında gezinen o imgeye dönük sözler, ara sıra parıldayıp söner. Tıpkı arzu gibi. Tıpkı arada bir unutan ve bu nedenle yaşayabilen o aşık gibi. Metnin başından sonuna dek çakıp sönen kıvılcımlardır bunlar. “Dilim sana seslenmeden evvel, adının sırtını dayayacağı en yumuşak yastığı çıkarıyor ağzımın yüklüğünden” diye başlayan, “sen dönüp acaba ben diye neyine baktın?” diye sitem edilen ve nihayetinde “seni düşünüyorum. Günün herhangi bir anında aklıma gelişin, günün tamamına dağılıyor” diye diye hitap edilen o özne, o belli belirsiz arzu ışımaları metnin dokusunu yırtıp içeriye, okuyan zihnin kıvrımlarına yerleşiyor. Böylece bütün metne yayılan, dağılan o arzu, anlatının da ritmine dahil sayılıyor.
Bütün bu halleriyle Mehmet Mahsum Oral, bir anlatının sahip olabileceği imkanları sonuna kadar kullanan bir yazar. Arzunun, yaşamın, siyasal olanın ve gündelik hayatın boşluklarını birbirine lehimleyen, oradan kurmuş olduğu yapıyı yeniden ve bu kez düşüncenin keskin bıçağıyla yaran ve dağıtan bir yazar. ‘Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar’, bu bakımdan ve yazarının referans verdiği İbnü’l Arabî’nin deyişiyle harflerden oluşan ümmetini dağıtma pahasına, dilin imkanlarını yaşamın parçalanmış çizgilerini tarif etmeye adayan keskin bir anlatı.
1. Mehmet Mahsum Oral. Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar. Everest Yayınları
2. Mehmet Mahsum Oral. Barbarlarla Beklerken. Everest Yayınları
3. J.M. Coetzee. Kötü Bir Yılın Güncesi. Çev. Suat Ertüzün. Can Yayınları.
4. Rolan Barthes. Bir Aşk Söyleminden Parçalar. Çev. Tahsin Yücel. Metis Yayınları